103.Bölüm

901K 39.7K 250K
                                    

Ekranıma, kayıtlı olmayan fakat benim çok iyi bildiğim, tanıdığım, ezberim olan ve belki de asla unutamayacağım bir numaradan çağrı düştüğünde, taksinin ücretini ödüyordum.

"Efendim," dedim.

"Kaybetmişler seni! Neredesin Nazlı?!" dedi.

"Kapıdayım," dedim.

Bahçe kapısının hızlıca açılmasıyla birlikte, Bora'nın kollarını bedenime dolaması bir oldu. Yüzünü saçlarımın arasına gömmüştü ve solukları telaşlıydı. "Çok korktum!" dedi, boğuk fakat yumuşak bir sesle. "Çok korktum Nazlı!" Ellerim, çaresiz bir tereddütle Bora'nın sırtına ulaştığında, baş döndürücü kokusunun içime dolduğunu hissediyordum. Belki de tüm hayatımın en heyecanlandığım anı bu olabilirdi. Kaç yıl geçerse geçsin kalbimin söz konusu Bora olduğunda deli gibi çarpacağını, başka hiçbir an böylesi anlatamazdı.

Bu bir sarılma değildi; kalbimde hayat olduğunu gösteren beklenmedik bir mucizeydi.

"Sadece şaka yapmak istemiştim," dedim, biraz sonra. Bora benden ayrıldı ve gün geçtikçe daha da derinleştiğine emin olduğum okyanus bakışlarını gözlerime dikti. Okyanusa hakim olan zifiri karanlıktaki düşünceleri okumaya zorlansam da rahatladığını gevşeyen yüz kaslarından anlayabilmiştim. Aldığı nefes, karşısındaki kadını kaybetmekten korkan bir adamın aynı bakışları kadar derindi. Halbuki, kendi elleriyle hiçliğe ittiği o kadını bulmuş bile sayılamazdı.

"Gülmedim," dedi. Fakat ben güldüm. Öylesine doğal bir şekilde söylemişti ki bunu, ben de zaten bu şakayı gülsün diye değil kızsın diye yapmıştım. Her ne kadar beni yanıltıp kızmak yerine endişelense de... Benim gülmem onu da gülümsetmişti. "Hoş geldin," dedi. Ellerini cebine soktuğunda, beni içeriye davet etmeyeceğini düşünmeye başlamıştım. "Eğlenceli bir plan yaptığını söyleyince... Buraya gelmeyeceksin sanmıştım."

Şimdi Gökhan burada olsa, muhtemelen, "Allah aşkına sen sanma!" diye çıkışırdı fakat ben İngilizce konuşarak, "Şu yüz halinden başka hiçbir şey, beni daha çok eğlendiremezdi..." dedim. Hiçbir şey söylemeden yüzüme bakıyordu. "Fakat tüm akşamı burada, kapı önünde geçirmeyi hedefliyorsan, otele erken döneceğime eminim..." diye ekledim.

Ellerini cebinden çıkartırken, yüzüne mahcubiyet dolu bir ifade yayıldı. "Affedersin," dedi, benim gibi İngilizce konuşarak. Bir elini kapıya yöneltti. Önden geçmemi belirtircesine, "Lütfen..." dedi.

Bahçe kapısından girdim ve üç basamaklı merdivenden indim. Bora'nın küçük bahçenin içinde de adamları vardı ve bunlardan ikisi de Selim ve Atıf'tı. Evin kapısı açıktı. Dümdüz yüreyerek içeri girdiğimde, Bora da beni takip ediyordu. Bora, kapının sağında kalan gömme dolabın sürgülü kapısını açtığında, kaşe kabanımın kemerini çözdüm. Dolaptan bir askı çıkardı ve ben de kabanımı ona uzattım. Tekrar yürümemiz için, elini ileriye doğru uzattı. Duvarlarında birbirinden farklı tablolar olan hafif dar koridorda yürüdük, sağa ve sola uzanan iki ayrı koridoru yoksaydık ve dümdüz ilerleyip iki basamakla inilen, okyanus manzaralı kocaman bir salona ulaştık.

Yılbaşı salonuna...

Şaşkınlıkla Bora'ya döndüğümde, "Canım sıkılıyordu," dedi. Fakat ne kadar canı sıkılırsa sıkılsın, bu kadar şık bir yılbaşı masasını tek başına hazırladığına beni inandırması mümkün değildi. Zira belki de oldukça devasa duran ve fakat koca salonda çok da yer kaplamayan çam ağacını süslemesi dahi saatler sürebilirdi. Bunları tek başına yapması için, beni davet ettiği 28 Aralık Pazartesi, saat 19:52'den itibaren, bunlarla uğraşıyor olması gerekirdi.

"Hepsini kendin mi hazırladın?" diye sordum, merakla. Bakışlarımı salonda gezdirirken, şöminenin üzerindeki chianti sunflower tablosu dikkatimi çekmişti.

Maça Kızı 8Where stories live. Discover now